Okuyucularımızdan... - "Bir Kırmızının Öyküsüdür"

Okuyucularımızdan... - "Bir Kırmızının Öyküsüdür"



bir kırmızının öyküsüdür

bir fotoğrafa bakıp sigaramı yaktım
biliyorum,
duysa görse bir yerlerden,
kızardı.
oysa ki ben böyle ustalaştım kısa şiirler yazmakta,
böyle öğrendim bir şarkıyı tekrar etmeyi.
kısa şiirler yazmaktan nefret ederdim tanrım,
ikiniz de, n’olur bağışlayın beni.

bir fotoğrafa ne kadar uzun bakılırsa
öyle baktım.
gövdelerimizde dahi hiç solmayan bir hüznün eksikliği
ve ellerimiz yollar çizmekte ustalaşmış
eksikliğimiz, dar sokaklarında kaybolmak koca bir semtin,
eksikliğimiz el tutamamaların
ve olmayacaklarla olmanın telaşında.
hiç kimse şiir yazmamıştı, emindim,
kelimelerin de öyle vakti yoktu ki,
eh, vakti yoktu tabii insanın
kısa bir tarihe öyle uzun uzun bakmaya.

beni sorarsanız –sorarsınız ya hani-
vaktim de vardı, telaşlı olmasam
şiir yazmasam
bir ayrılığı hiç ortada yokken geçirmesem aklımdan
daha derli toplu olsa ya zaman
uyumasam
uyanmasam.

oysa ki hayat ne güzel şey
ve ne çok güzelliğe gebe.

Ahmet Nazım Özger
Devamını Oku
Okuyucularımızdan... - "Başka Türlü Bir Şey" (1)

Okuyucularımızdan... - "Başka Türlü Bir Şey" (1)




“başka türlü bir şey benim istediğim
ne ağaca benzer, ne de buluta
burası gibi değil gideceğim memleket
denizi ayrı deniz,
havası ayrı hava…”


Can Yücel

“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.”

Konstantinos Kavafis


Aralarında onlarca sene olmasına rağmen nasıl da birbirini tamamlıyor iki şiir de. Biri buralardan, ama karşı kıyılardan, bir diğeri ise ta içimizden, mücadelemizden, sıkılı yumruğumuzdan. Biri umut içeriyor bir buruklukla, diğeri ise o burukluğu gün yüzüne çıkartıp, çok da umutlanılmaması gerektiğini surata çarpıyor. Kaçabileceğin bir gurbet de, ayrı deniz ya da hava da yok. Şairin de dediği gibi “Ama bil ki biziz bu uzaklığı yapan.”

Balkondan bakarken fark ettim. Evimin tam karşısına bir çiftin adı yazılı. Hasan yazıyor üstte. Altta ise… Dile getirmek, yazmak çok da mühim değil sanki. Fark ettiğim anda Yeni Türkü’den Başka Türlü Bir Şey çalıyordu, her iyi insanın yapacağı gibi kalktım ben de bir sigara yaktım pek tabii. Bu kadar uzak durmaya, bu kadar mesafe koymaya rağmen, ufak bir bakış ile tekrar tekrar gün yüzüne çıkıyor isimler, bir yerin adını doğru söyleyememeler, beraber söylenilen şarkılar. Bazı haksızlıklar oldu kısaca söylemek gerekirse. İşin ilginci ise ben bu gün yüzüne çıkma durumunu, hatırlamayı zaten bir şeyler ortada varla yok arasındayken, her şey biraz daha derli topluyken yaşamış, fark etmiştim.

Canım çok sıkıldığında, sadece yürürüm. Sigaramı yakar, kafamda çok muhasebe yapmadan, belirli tartışmaların üzerine bir mola verip sadece yürürüm. Yine öyle bir gündü. İçinde yaşayan insanları çok sevdiğim, hatalar yapılmadan önce çok güldüğüm bir semtte dolaşırken kafamı kaldırıp yukarıya baktığımda ileride neler olacağını anlamıştım. Bir büfe -yerel adıyla bakkal- vardı karşımda. İsmi beni büyülemişti. Bir süreden sonra gerçekten yanında sadece nefes almaktan, yaşamaktan keyif aldığım, esprilerine katıla katıla güldüğüm, anlattığı hikayeleri gözlerimi açarak dinlediğim ve her seferinde yeni şeyler öğrendiğim fakat o zamanlar henüz gerçekleşmemiş olsa da içinde bulunduğumuz evrendeki parametrelerin, olayların, yaşanmışlıkların saçma bir şekilde dizilişi nedeniyle herkesin iyiliği ve benim dışındakilerin hayatına daha normal bir şekilde devam edebilmeleri için kendi hayatıma biraz daha eksik devam etmek zorunda kaldığım birinin ismiydi büfenin adı. Hayır, hayır. O birinin isminden ziyade, ilk harfinin başka bir harf yerine “D” olarak yazıldığı bir isimdi. İlk görüşümde istemsiz bir şekilde kahkaha atmış, ileride bu konu hakkında bir iki cümle yazacağıma emin olmuş bir şekilde yoluma devam etmiştim.

Siz isteseniz de, istemeseniz de yaşananlar devamlı karşınıza çıkacak, kaçarı yok. Gördüğünüz bir kitapta, izlediğiniz bir filmde, dinlediğiniz bir şarkıda mutlaka sizden, ta içinizden geçen birilerinin izleri olacak. İnsanoğlu, o izlerin toplamından oluşuyor zira. Bir çikolatalı sütte de, bir tatlıda da, İstiklal’in o insanın canını ölesiye sıkan, miskin, hedefsiz kalabalığında ona benzettiğiniz yüzde de elbette fazlaca yaşanmışlık olacak. Her köşe başında, her unuttum dediğinizde, her sigara içişinizde. Başka bir insana sarıldığınızda, vapurda sokak çalgıcılarının köşeden gelen tınılarını duyduğunuzda, akordeonuyla insanlardan para toplayan Romen çocuğun kafasını okşadığınızda. Bir vapur beklediğinizde, geldiğinde ve gelmediğinde, kenarda ya da içeride oturduğunuzda, otobüs beklerken onun yaşadığı yerlerden geçen otobüsleri gördüğünüzde ve hiçbir zaman hiçbir şey olmamış, her şey aynıymış ve çok güzelmiş gibi oraya gidemeyeceğinizi bildiğinizde.

İşte bu yüzdendir ki Can Yücel’e değil de, Kavafis’e katılıyorum fazlaca. Gerçekten de bu şehir hepimizin arkasından gelecek. Hep hatırlamak ve unutmamak istiyorum. Şuramda kalsın öylece, başka deniz de şehir de istemez hani…

biterken çalıyordu: Yeni Türkü – Gurbete Kaçacağım (Çekirdek Sanatevi kaydı)
Devamını Oku
Ölü Ozanlar Derneği'nde "öncülük" arayışları

Ölü Ozanlar Derneği'nde "öncülük" arayışları




Ölü Ozanlar Derneği (Dead Poets Society) H.N Kleinbaum’un belki de en önemli eseri. 1990 yılında Peter Weir’in yönetmenliğinde kitaptan beyaz perdeye uyarlanan filmle birlikte hem sinemanın hem de dünyanın her yerindeki idealist, maceracı ve kendine güvenen bireylerin saygı duyduğu bir baş yapıt noktasına erişti. Robin Williams’ın “idealist öğretmen” John Keating rolündeki başarısı hem filmi hem de filmin mottosu olan “Carpe Diem” cümlesini günlük hayatın her yerine yerleştirdi. Peki, filmin ve dolayısıyla kitabın incelemesi yapıldığında, John Keating yalnızca “idealist” bir öğretmen olarak mı algılanmalı yoksa bu karakterin ve dünya görüşünün arkasında başka nesnellikler de mevcut mu?

Welton Akademisi, Geleneksellik ve İdealizm

Geleneklere bağlı, son derece katı ve disiplinli kurallarıyla bilinen Welton Akademi’sinde edebiyat öğretmenliği yapan John Keating, öğrencilerinin hayatına girerek onların yatakhane ve dersler arasında gidip gelen tekdüzeliğini yıkar ve öğrencilerin hayatı sorgulamasını ve “anı yaşamalarını” sağlar.

Örneğin, edebiyatın yalnızca bir bölümüyle ilgilenen öğrenciler, şiiri sadece kafiye ve uyak düzenlerinin uyumu olarak öğrenmekte, edebiyatın değiştirici ve insana hitap eden, onda en derin duyguları uyandıran kısmını es geçmektedir. Bu durum, Welton Akademisi’nin gelenekselliğe bağlı, destekçi olmaktan uzak ve monoton öğretmenler nedeniyle gerçekleşmektedir.

Fakat Keating ise, derslerde bu monoton kısımları yırtmalarını ve çöpe atmalarını söyler öğrencilerine. Ona göre edebiyat bu değildir. Lord Byron, Shelly, Keats, Shakespeare gibi isimler edebiyatın gerçek ve büyülü dünyasını oluştururlar. Bundan etkilenen gençler de Ölü Ozanlar Derneği adında, Keating’in öğrencilik yıllarında üye olduğu gizli bir kulübü yeniden canlandırırlar. Bu hem otoriteye karşı bir baş kaldırıdır hem de edebiyatın gerçek anlamını bulmak için Keating’in destekçiliğiyle ortaya çıkan bir kolektif yapıdır. Keating, öğrencilerini ailelerinin muhafazakar yapılarına rağmen sanatla (örneğin tiyatro) uğraşmaları ve istedikleri şeylerin peşinde koşmak için motive eder. Burada ise sadece bir “idealist” tavırdan ziyade, bir “liderlik” olgusu yer almaktadır.

Edebiyat dersine giren John Keating’in asıl amacı “Özgür düşünen beyinler” yetiştirmektir. John Keating’in bu yaklaşımına karşın okul müdürü Nolan, okulun kurallarının eksiksiz uygulanması ve yıllardır süre gelen sistemin bozulmaması için mücadele etmektedir.

Okul müdürü Nolan’ın yöneticilik örneği sergilediğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda müdür daha çok geçmişten gelen, okulun belli başlı kurallarını uygulamakta ve hiçbir şekilde sınırlarının dışına çıkmamaktadır. Bu düşüncesine filmde yeni yöntemlerle eğitim vermeye çalışan Keating’e söylediği “geçmişten gelen ve güvenirliği kanıtlanmış metotların dışına çıkmamalıyız” sözleri de destek olmaktadır.

Müdürünün aksine Keating liderlik özellikleri göstermektedir. Öğrencilere düşüncelerini ifade edebilme ve esnek olabilme alanlarındaki görüşlerini dile getirerek, herhangi bir zorlama olmadan bir grup öğrenciyi bu görüşte toplamış ve bu amaca ulaşma çabasıyla onları harekete geçirmiştir. Yönetim sürecinden farklı olarak burada yol gösterme ve yönlendirme söz konusudur.

Koçluk ve Keating


Liderlik ve yöneticilik çoğu zaman birbirine karıştırılan iki farklı kavramdır. Yöneticiler, işleri doğru yaparlar. Liderler ise doğru işleri yaparlar sözü bu iki kavram arasındaki farklılığı ortaya koymaktadır.

Örneğin Keating’in “Carpe Diem” sözüyle aslında anlatmak istediği salt bir “Günü yakala, yaşa” değildir. “Günü yakala” öğüdünün sıklıkla tekrarlandığı filmde öğrenciler, hayallerinin peşinden koşmaya başlar. Sınırları zorlarlar, korkularına çekincelerine ragmen denerler ve bunların sonucunda kendilerine özgüvenleri ve odaklandıkları iş üzerindeki verimlilikleri artar.

Keating öğrencileri bireysel olarak da bir sınıf olarak da doğru okur. Her bireyin isteklerini, arzularını, çekincelerini, korkularını, iyi ve kötü oldukları yönleri okuyabilir, onları buna göre yönlendirir. Örneğin bilinç akışı yöntemiyle sınıfa şiir yazdırdığı sahnede “Hata yapmaktan korkma, saçmala, yanlış yap!”,  “Düşünme, sadece aklına geleni söyle.” cümlelerini kullanması yönlendirici bir liderlikle bağdaşır.

Bir lider yöneticiden farklı olarak hem grupla beraber hem de grubun başında olabilmelidir. Keating’in ders dışında öğrencilerle futbol oynaması ve Neil’ın tiyatro gösterisine gitmesi de bu durumu desteklemektedir.

Yönlendirici Liderlik


Yönlendirici liderlik, basit bir yöneticilikten ziyade daha detaylı bir bakış açısını gerektirir. Her bireyin özelliklerinin farkında olunması ve onların da bu özelliklerin farkına varması, yönlendirici liderin bulunduğu grupların en temel özelliklerinden bir tanesidir. Herkes, devasa bir makinenin çarkı olduğunu ve herkesin kendine özgü yönleri, olumlu ya da olumsuz özellikleri olduğunun farkındadır. Lider, bu yönleri öne çıkarır, daha verimli ve daha özgüvenli bir ekip yaratır. Keating daha ilk ders gününden itibaren şiire getirdiği yeni bakış açısı, kalıpların ve yaşan katı kuralların dışında bir hayat olduğunun temasını öğrencilerine aktaran yönlendirici bir liderdir. Eğitim anlayışı ve metodu, şiire olan yaklaşımı ve aklıyla öğrencilerinin tutkularının peşinden gitmelerini ve hayatın farklı bir tarzla yaklaşma cesareti kazandıran bir profesördür. Bulunduğu okuldan gitmek zorunda da kalsa öğrencileri profesörün oluşturduğu temaya sadık ve izinde devam edeceklerini görebiliriz.

En nihayetinde liderlik, farklılığı, farklı olanları aynı doğrultuda buluşturabilmeyi, yaratıcılığı, etkileyici bir temayı içerir, sadece para kazanmaktan ya da patron olmaktan ibaret değildir.

Özetle, Keating farklılığı, yaratıcılığı, öğrencilerinin her birini tek tek iyi tanıması ve daha iyiye yönlendirebilmesiyle başlı başına yönlendirici bir liderdir. Welton Akademisi’nin otoriter, geleneksel eğitim anlayışına karşı, sorgulayan, düşünen, yaratan bir sınıf yaratarak okul tarihine geçmekle beraber kendi gibi düşünen bir kuşağı yaratarak yönlendiriciliğin nasıl da verimli bir taktik olabileceğine dair iyi bir örnek sunar.


Devamını Oku
Aylak Adam: Aylaklığa övgü mü, yergi mi?

Aylak Adam: Aylaklığa övgü mü, yergi mi?




     


Aylak Adam, Yusuf Atılgan’ın 1959 tarihli bir romanı. Yusuf Atılgan, kendisi bir köylü olmasına rağmen Aylak Adam’ı bambaşka bir geleneğin içinde, kentlilerin daha çok bağlantılı kurabileceği bir roman yazıyor ve özdeşleştirebilecekleri bir karakter yaratıyor. Hayatını kafelerde, tiyatrolarda, sokaklarda geçiren bir insanın köylülerce kabul edilebilmesi uzak bir ihtimal. Günlerini tarlada çalışıp evine yemek götürmeye çalışarak geçiren insanlara oldukça itici gelecektir.Ancak, Aylak Adam’ın en güzel yanı belki de köylüler dışında, romanın temas etmeye çalıştığı şehirli kesim için bile bir eleştiri odağı haline gelebilmesi. İnsanın kendine yakışmayanı giydiği kapitalist toplum düzeninde, sabah 9’da işe gidip akşam 5’te evine dönen beyaz yakalısı, esnafı için bile uzak bir karakter yaratıyor Yusuf Atılgan. Yalnız dışlanmıyor romanın kahramanı, onun yalnızlığı seçilmiş, kurgulanmış bir yalnızlık.

Öncelikle, romanın ve baş kahramanı irdelemeden önce yüzeysel bir başlangıç yapalım. Roman bir sene boyunca C. adı verilen bir adamın maceralarını anlatıyor. Romanın anlatmaya çalıştığı her şey C.’nin düşüncelerinde gizli olduğu için romanı incelemek ve C.’yi incelemek aynı şeyler aslında. C., herhangi bir işe sahip olmayıp babasından kalan parayla geçinen bir adam. Huysuz, çabuk sinirlenen, yaşadığı topluma dair son derece umutsuz hisler besleyen bir adam. Günlerini sinemada film izleyerek, sokak adlarının nereden geldiklerini sorgulayarak geçiriyor. Hayattaki en büyük gayesi “gerçek aşkı bulmak.” Attığı her adım da bunu düşünüyor. Bazen sırf bunun için yoldan geçen tanımadığı kadınları öpüyor. Kafelerde saatlerce oturup kendine uygun bir eş bulabilmek için etrafındaki insanları tepeden tırnağa inceliyor. Bu bir sene içinde, Güler ve Ayşe adlı kadınlarla iki aşk macerası yaşıyor.Bu iki macerası da hüsranla sonuçlanıyor. En sonunda ise, çevresine dair bütün umudunu kaybediyor.

“Yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu?” diyor C..Arayış içinde, bunu biliyoruz. C. “gerçek aşkı” aradığını iddia ediyor. Diğer insanların aşkları ve yaşantıları gerçek değil onun için. Kendisi daha farklı bir şey arıyor. Belki de kendini tanımlayacak bir şey. Sürekli diğer insanlardan kendi değerlerine uygun davranışlar bekliyor ancak bir yandan da bunun gerçekleşmeyeceğini biliyor. Bunun yüzünden kendini diğer insanlardan ayırıyor. Onlardan etkilenmeyecek bir hayat kuruyor kendine. Dünya’yı, sanki üzerinde sadece iki kişi varmış gibi düşünüyor, kendisi ve onun dışında, onun olmadığı yerlerde tezahür eden ayrı bir bilinç. O kadar ayrı ki geri kalanlardan, Yusuf Atılgan C.’ye normal bir ad vermeye bile tenezzül etmemiş.C. diğer insanlara göre değersiz çünkü. Bir işi bile olmaması onu marjinal, dinlenecek fakat ciddiye alınmayacak bir insan kılıyor.

“Aylak adamımızın” haklı bulunabilecek bir anlayışı var aslında. C. iki yüzlü, sahtekar olarak nitelendirdiği insanlara karşı duruyor. “Eli poşetli” dediği bu insanlara karşı kalın duvarlar örüyor. C. bu karşıtlığı aynı zamanda kendisinin çalışmak zorunda olmayışından da kuruyor aslında. Aylaklık zor onun için, para kazanmak gibi bir derdi olmadığı için bütün hayatını iç hesaplaşmalar ve sokak adlarının nereden geldiğini öğrenmek gibi zaruri faaliyetlerle geçiriyor. C. bir yerde haklı, karşısına aldığı insanlar kendi ürettiklerine yabancılaşan, bununla birlikte hayatlarından zevk almayan ya da zevk almak için herhangi bir şevkleri kalmayan insanlar. Bahsedilen insanlar, kapitalist toplumun yarattığı insanlar. Bu insanların bir seri üretim bandı gibi hareket etmelerine karşı çıkılması gayet doğal bir şey, C.’nin kendini bu insanlardan koruma isteğine katılmamak elde değil. Ancak C., bu insanların para kazanmak zorunda olmalarını sanki kendi tercihleriymiş, kendi hatalarıymış gibi görüyor. C. bu insanlara acıyor, geçimini babasından gelen bir miras sayesinde sağlamasını üstüne yüklenmiş büyük bir yük olarak görüyor. Bunu yaparken içinde bulunduğu toplumsal düzeni tamamen gözardı ediyor.Toplumun hemen bütün değerlerine, kurumlarına, yaşayış tarzlarına, insan ilişkilerine karşıt bir konumda olan C., yine de onun içindedir. Romanın en zayıf kısmı bence burasıdır: toplumsal bir durumdan şikayet ederken, bu durumun büyük ölçekteki nedenlerini hiçe sayıyor C.

Roman içinde C.’nin yaşadığı iki büyük ilişkiden bahsetmiştik. İlkin Ayşe’den bahsediyor C. Romanın hikayesi başlamadan önce ayrılmışlar bu kadınla. Ayşe bir ressam, kültürlü biri. C. ile kültürel anlamda çok iyi anlaşıyorlar. Tutkulu bir ilişkileri olmuş. C.’nin Ayşe’yi başka bir erkekle birlikte görmesiyle ilişkileri bitmiş. C.’nin, bir zamanlar Ayşe’nin aradığı kadın olduğunu düşündüğü aşikâr. Onunla görüşmemesine rağmen sinema salonlarının çıkışlarında hep onu bekliyor. Geceleri Ayşe’nin evine girip eskiden yaptığı şeyler yapıyor. Ancak, bahsettiğimiz karşılaşmada, C. Ayşe’nin de, nefret ettiği diğer insanlardan olduğunu düşünmeye başlıyor ve Ayşe’yi bırakıyor. Daha sonra ise Güler isimli başka bir kadınla ilişki yaşamaya başlıyor. Güler, C.’nin gerçek aşkı arayışında önemli bir yer tutuyor. Ayşe’ye göre oldukça farklı bir kişi olduğunu için C.’nin kendi kıstaslarını denemesine ve bunları sağlamlaştırmasına yardımcı oluyor.

Hiçbir şeye bağlanmak istememesine rağmen, yaşayabilmesi için hayatında en azından tek bir sebep arıyor C.. Bu sebep de onun için gerçek sevgi. “Ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini,gülünçlüğünü göreli beri,gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi.” diyor C.. C.’nin sevgi arayışının, normalleşmeden kaçtığı için asla bitmeyecek bir uğraş olduğunu, kendisinin de bunun farkında olduğunu düşünüyorum.Şöyle diyor Ayşe: “Paleti, fırçayı elime alıp denize baktım. Gözlerim yanıyordu. Bir gün beni bırakacak. İlk seferki gibi habersiz, birden kaybolacak. Arkamda kumsala yatmış, kim bilir neler düşünüyordu. Bütün suç onun aylak oluşunda, bari resim yapsa." C. gibi Ayşe de böyle çabaların işe yaramayacağının farkında. Hayatında hareket etmeyen bir direk olsun resim çizmek gibi, en azından bir değişmez noktası olsun ki tekrar kaybetmesin C.’yi. Bunu beklemek yerine, kendi gidiyor Ayşe.

Sinemalar vardır C.’nin hayatında. Roman içinde bol bol yer verilen bu mekanlar, sanatın değil cinselliğin dışa vurumu olarak kendilerini gösterirler: “Sinemaya girenlerde ortak bir duygu olduğunu düşünüyorum, dedi. Film görmeye gelenlerde elbet. Çünkü bu salon başka amaçlar için de kullanılıyor. Yağmur dininceye dek beklemeye, ısınmaya, uyumaya, yanına oturacak tanımadığı bir kadınla ya da erkekle sürtünmeye gelenler çoğu. Localar var, ucuz randevu evi odacıkları. Arka sıralarda öpüşmeye gelenler var. Salt film görmeye gelenler salon tenha olsun isterler. Yanlarındaki koltuğun sahibi olup olmadığını sorana kızarlar. Gürültü olmasın, öksüren, sümküren, konuşan, gülen olmasın isterler. Sinemanın güzel sanatlardan biri olduğuna en büyük kanıt bence bu. Ama olmadığına da bu. Çünkü her zaman gülen, öksüren, sümküren bulunur.”[1]“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.” Bunları söylerken, C.’nin ufak da olsa iyimser yanları görülür. Yine bir umut vardır insanlara dair. Ama bu umut bile beş-on dakikada ölmektedir. Toplumdan kopmak isteği, mutluluğu gerçekleşmeyecek düşlerde aramasına yol açar hep.

Yalnız, Aylak Adam’a getirebileceğim en büyük eleştiri, bu kadar özene bezene üretilmiş bir karakterin tek bir bölümde tamamen parçalarına ayrılmış olmasıdır. C.’nin Ayşe’ye babasını anlattığı sahneden bahsediyorum.Bu sahnede C.’nin bir çok davranışının babasıyla olan ilişkisinden kaynaklandığı anlatılıyor. C.’nin anlattığına göre annesi öldükten sonra babası, C.’nin çok sevdiği teyzesiyle ilişkiye girmeye başlıyor. Babasının teyzesine kötü davranması, babası gibi olmak istemeyip hayatında teyzesi gibi birinin arayışına sürüklenmesine yol açıyor. Babasından öyle nefret ediyor ki C., kocasını aldatan bir kadını sırf kocasının bıyıkları babasının bıyıklarına benziyor diye affediyor. Sürekli kulağını kaşıyor C.. Bu tiki babasının kulağının kesik olmasından geliyor mesela. Ayşe, C.’nin neden sürekli bacaklarını öpmek istediğini sorduğunda aldığı cevap babasının teyzesini “bayılıyorum bacaklarına” gibi sözlerle baştan çıkarması oluyor. C.’nin bu tutumunu Freud’un öne sürdüğü Oedipus kompleksi teorisine bağlayabiliyoruz. Freud bu tezinde, çocuk yaşta anne figürünün âşık olunan, baba figürünün ise nefret edilen bir konumda olduğunu, bireylerin bu etmen üzerinden şekillendiğini öne sürüyor. Yusuf Atılgan bunu, C.’nin sorunlarının temel kaynağı olarak gösterdiğinde ise okuyucunun C.’ye karşı düşündükleri birden bire değişiyor. Romanın bu noktasına kadar, yaşadıkları varoluşçu bir bakış açısından incelenen, karakteri üzerinde farklı tahliller yapılabilen C., bir anda sınırları belirli, “C. böyle bir insan çünkü şu şu nedenlerden dolayı” diyerek özetleyebileceğimiz bir kişi haline geliyor. Romanı bir bütün olarak beğenen Fetih Naci’nin dediği gibi; “romanın içinde kişiye batan, kolay, üstünkörü bir açıklama; hiç olmasaydı daha iyiydi, diyeceğim.”

Değinilmesi gereken başka bir karakter de var. Bu kişinin adı B.. Evet, aynı romanımızın kahramanı gibi bir adı yok bu kadının. Onunla önce nereden çıktığı belirsiz bir şekilde karşılaşıyoruz. Yusuf Atılgan, B.’yi bize üçüncü tekil şahıstan anlatıyor. Hayatından belli kısımları öğreniyoruz. Aynı C. gibi o da karşı cinsle ilişkiler konusunda sıkıntılar yaşıyor. Bir bakıma da C.’ye benziyor aslında. Her şeyin o yokken mi yaşandığını merak ediyordu ya C., işte B., o yokken yaşananlardan biri. Belki aradığı aşk odur. Ancak bu iki insan sadece bir kere karşı karşıya geliyorlar. C. Güler’i ilk gördüğünde Güler’in yanında duran arkadaşına B. diyor Yusuf Atılgan. Güler, B.’ye gönderdiği mektuplarda C.’den bahsederken yaklaşıyorlar birbirlerine. Bundan daha fazlası da olmuyor. “’Neden? Neden böylesiniz?’ Olanla yetinerek, aramadan, düşünmeden yaşanılsın diye yaratılmış bir dünyada yalnızdı.”

Gerçekten de böyleydi C. Bunalımlarıyla, tortularıyla dolu dünyasında kendisiyle baş başaydı C..

Yazıldığı yıllar itibariyle ele alındığında üzerinden elli yıl geçmesine rağmen, hâlâ bir solukta okunulan bir dile, karmaşık bir kurguya sahip, kitabın sonuna doğru ilerlenirken karanlıkta kalan her nesnenin tamamı ile aydınlığa çıktığı bir başyapıt demek fazla abartılı olmaz. Yusuf Atılgan “Benim gerçek eserim günlük hayatımdır.” diyor. Sokakta görebileceğimiz cinsten sıradan bir karakter değildir C. ama günlük hayatta gözümüze takılmayan ayrıntılar kitapta gözümüze sokulacak kadar gerçek ve özgün işlenmiş. Romanın anlatımında tekdüzelikten kurtulmak için, hikaye bazen birinci bazen üçüncü kişinin ağzından anlatılıyor; mektup yazdırılıyor, günlük tutturuluyor. Okur da C.’nin sorununu, düşüncelerini, yaşam felsefesini ve duygularını kah C.’nin iç konuşmalarında, kah anlatıcıdan, kah C.’nin başkalarına söylediklerinden öğreniyor.

“Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” Böyle bitiyor C.’nin macerası. En sonunda, gerçek sevgi arayışının asla bitmeyeceğinin, asla diğer insanlar gibi olmayacağının farkında. Romanın içinde de anlıyor aslında bunu. Yusuf Atılgan’ın neredeyse bilinç akışı kullandığı tekniği tesadüf değil. Sürekli konudan konuya atlıyor C.. Belki Yusuf Atılgan bu romanı yazarken bize bir modern şehir kahramanı değil de, üretmeyen, haytalık peşinde koşan bir insanın sonunun nasıl olacağını gösteriyordu. Belki de kendisi de biliyor C.’nin sorunlarının asla çözülmeyeceklerini.Günahıyla, sevabıyla; çabalayan, meramını anlatmaya çalışan bir adam C.. Aynı içinde geçtiği romanın kendisi gibi.
Devamını Oku
Okuyuculardan... - "Bir Şiir Kurma Denemesi Üzerine"

Okuyuculardan... - "Bir Şiir Kurma Denemesi Üzerine"




bir şiir kurma denemesi üzerine


Yani şimdi, siz bilir misiniz ki bizim tedirginliğimizi
Bilir misiniz, parklarda oturan umutsuzlardan
Otobüs camına dayayıp kafasını uyuklayanlardan
Bir köprü üstünde içinden bir ürpertinin geçtiği sarı yağmurluklu,
talihsiz adamlardan.
Bilir misiniz bizim tedirginliğimizi
Bir kapı açılışında, bir kapı kapanışında
Tutulan bir elin ince parmaklarında
Sevince korkup kaçan bir kedinin ince hünerinde
Demli çayın masaya konuluşundaki o tok seste,
son otobüslere yetişmede, mavi bir gökten yıldız çalmada,
hayatlar kurmada, hayatlar yıkmada, dönüşlerde, görmelerde,
sayılardan anlam çıkarmanın tarifsiz telaşında, parklarda hem de uzak parklarda,
çok uzak parklarda, koca bir semtte kaç kere yalnız kaybolmalarda

Bilir misiniz peki biraz,
eh, bilmezsiniz.

Yokuş yollardan çıkan insanlardanız biz,
bir şiir kurma telaşında olanlardan hani.
Duvarlarını tek tek tanırız geçtiğimiz yerlerin,
bir daha gelmemek için.
Bir mektupta adı geçtiğinde üç kere gülümseyenlerden hani,
üç kere yağmur altında yalnız
tam üç kere vapur binmelerin telaşında,
köprüler kuran insanlardanız biz, birleştirmese de uzakları.

Bilir misiniz?
Eh bilmezsiniz elbet siz bizim tedirginliğimizi.
Nasıl bir şey mi dediniz, bize sorarsanız;
kopuk bir yaşantıyı birleştirme çabası.
Parktaki yitik güvercine sorarsanız bir hayatın uzunlamasına atımı
Buluşmayan çizgiler çizmekte hüzünlü ve hünerli.
Köşedeki banka sorarsanız, olmayanla olma telaşı,
Sevdiğin bir kokunun üzerinden yavaşça silinmesi.
Geçip gidenleri izleyen meşe ağacına sorarsanız,
Sarılmaları tarihin, bir daha hiç sarılmamaları aynı anda
Uykusuzluklardan çıkıp gelmelerin, göz açmaların tarihi.

Bilir misiniz siz? Hani, bizim
Tam da bahsettiğimiz, konuştuğumuz işte,
Anlattığımız anlaşılmamak pahasına,
Bilir misiniz, bizim tedirginliğimiz işte
Sonsuz bir evrende çağıldayan seslerini özlediğimiz bir şefkatin
Ellerimiz her bir saç telinin arasında
Çevrilmeyen dillerin dingin insanlarıyız
Adınız ki umudumuz, köşeye çakıl taşları bıraktığımız
Ocak akşamlarında zamanlardan yolları uzattığımız
Ve gülümsediğimiz kendi ellerimizle.
Kuşlar geri uçmaz biliriz, gökyüzü evidir bir yaşantıyı sürdürmenin,
düşlerimizde gördüğümüz rüzgarla uçuşan, saçlarıdır sevilenin.

Eh, bilmezsiniz.
Nasıl bilebilirsiniz,
Nasıl anlayabilirsiniz, nasıl, nasıl ve kaç kere daha nasıl
Siz bilir misiniz ki bizim tedirginliğimizi
Bilebilir misiniz?

Arkadaş Edip Erhan
Devamını Oku
Barış Bıçakçı - Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra

Barış Bıçakçı - Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra


Aslında Barış Bıçakçı, Türk Edebiyatında hiç de yeni bir yüz değil. Hüseyin Kıyar ve Yavuz Sarıalioğlu ile birlikte, Ocak 1994 ve Ekim 1997 tarihlerinde iki şiir kitabı çıkardılar. Fakat Bıçakçı’nın düz yazıya geçişi, 2000 yılında İletişim Yayınevi’nden çıkan ilk kitabı ve romanı Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’yle gerçekleşti. Bu tarihten sonra, roman ve öykü türüne ağırlık veren Barış Bıçakçı’nın, şu anda 7 kitabı bulunmakta. Gelgelelim, bütün bunlara rağmen asıl büyük çıkışını Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanının senaryolaştırılıp yakın bir zamanda kaybettiğimiz Seyfi Teoman tarafından beyaz perdeye uyarlanmasıyla sağladı. Türkiye’deki Yeni Sinema Hareketi’nin önemli isimlerinden olan Seyfi Teoman’la beraber hem edebiyat hem de sinema sanatında ismini ön plana çıkardı.

Barış Bıçakçı’yı Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i izledikten sonra tanımış olmanın, onsuz geçen edebiyat okumalarımın üzüntüsüyle yaşıyorum. Çok geç tanıdım kendimce fakat bu gecikmeye rağmen bile edebiyat algımı değiştiren önemli yazarlardan biri oldu Bıçakçı. 2006 yılında yayımladığı Baharda Yine Geliriz adlı öykü kitabından sonra elime geçen diğer kitabı olan Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra’da da ne kadar iyi bir yazar ve edebiyat sakini olduğunu bir kez daha kanıtladı.

Kitabın konusu ise şöyle; Bir ressam olan Başak, balkondan atlayarak intihar eder. Kardeşi, annesi, sevgilisi ve akrabalarından oluşan geniş bir çemberin ortasında patlayan bir bomba gibidir bu. Melankolik de olsa, neşeli ve anlayışlı bir karaktere sahip olan Başak’ın intiharından sonra, etrafındaki insanlar Başak’la beraber, kendi hayatlarını ve geçmişlerini de sorgulamaya başlarlar.

Hoş, Barış Bıçakçı’nın pek eleştirilecek bir tarafını görmesem de, bir edebiyat yazısının gereği olarak eleştiri yapmak bir zorunluluk. Kısaca söylemek gerekirse Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, varoluşsal bir konuya sahip ve Türk Edebiyatında bu işi en iyi yapan romanlardan biri. Konu Türk Edebiyatının varoluşçu ve melankolik bir akımını takip ediyor. Gayet başarılı bir iş. Kısa kısa parçalarla hikayeyi her bir karakterin gözünden izliyor, büyük resime ait parçaları tek tek karaktersel bir açıdan inceliyorsunuz. İlk sayfalarında konuyu algılamakla ilgili karışıklıklar yaşasanız da, bir iki sayfa sonra her şey açığa kavuşuyor. İletişim Yayınları’nın diğer her bir kitabı gibi, kapak da, iç düzen de, baskı kalitesi de mükemmel seviyede. Rahatlıkla okunabilir bir font ve punto seçen İletişim Yayınları, fiziksel olarak harika bir iş başarmış. Bu konuda İletişim Yayınları’nı tebrik etmek gerek, zira Barış Bıçakçı gibi bir yazara da yakışan iş budur.

Son olarak bir şeyler söylemek gerekirse Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra, ismini okuduğunuzdan itibaren sizi çekiyor, başka dünyalara götürüyor. Kesinlikle Barış Bıçakçı’nın ve Modern Türk Edebiyatının en iyi işlerinden biri. Umarım yakın zamanda kaliteli bir senarist tarafından fark edilir ve senaryolaştırır. Her ne kadar böyle bir yapımda Seyfi Teoman’ın büyük eksikliği hissedilecek olsa da, Barış Bıçakçı’yı ve eserlerini sinemayla buluşturmamak çok büyük bir kayıp olur. Harika bir zihinden çıkan bu tür eserlerden hiçbir koşulda uzak kalmamak gerekir, çünkü arka kapakta da yazdığı gibi “Barış Bıçakçı’dan, yine usul usul edebiyat.”.
Devamını Oku